23 Aralık 2022 Cuma

Distopik Film İncelemesi #5 : Chaos Walking

Dünya yerinde duruyor belki ama insanlar bildiğimiz yapılarından çok farklı. Bu farklılık fiziksel değil, zihinsel. Zihnimizden geçen düşüncenin, ya da kendi kendimize konuştuğumuz esnada bu konuşmaların çevremizdeki insanlar tarafından duyulduğunu, en nihayetinde mahremiyet kavramından bahsetmemizin zor olduğu bir dünyanın içerisindeyiz.



   Başrollerinde Tom Holland (Todd Hewitt), Diasy Ridley(Viola) ve Mads Mikkelsen (David Prentiss) gibi isimlerin yer aldığı, yönetmen koltuğunda Doug Liman’ın yer aldığı 2021 yılında vizyona giren bilim kurgu/distopya filminde MS. 2257 yılında sadece erkeklerin yaşadığı bir toplumda geçen hikayeye tanık oluyoruz.

   Yeni bir dünyanın varlığını görüyoruz. Verilen onca uğraş, yıkıcı yapılaşmalar ile Yeni Dünya bireylerin yaşam yeri haline geldi. Bu yapılaşma ve kaos ortamında kadınlar verdiği savaşta hayatlarını kaybetti. Böylelikle erkeklerin yaşadığı bir yer oldu. Erkeklerin de soylarının tükenmeye başladığı yeni dünyada insanlar, yakınlarındaki kişilerin düşüncelerini telepatik yol ile duymaya başladı. Bu yeni gerçeklik ile birlikte artık düşünceleri saklamak imkansız bir hale gelerek mahremiyet ortadan kaybolmaya başladı. Bu durum “gürültü” olarak adlandırıldı.

   “Gürültü” olarak tanımladıkları şeyi ilk olarak fark eden Prentisstown kasabasıyla karşılaşıyoruz. Sadece erkeklerin yaşadığı bu kasabaya mensup bir genç olan Todd Hewitt, hayatında hiç kadın görmemiştir ve zihnindeki düşünceleri saklayamamanın verdiği huzursuzlukla olarak yaşamaktadır.

    Todd ve en yakın arkadaşı olan köpeği ormanda gezindikleri sırada bir uzay mekiği enkazıyla karşılaşırlar. Ne olup bittiğini anlamaya çalıştıkları sırada birinin yaşadığını fark ederler. Bu kişi genç bir kadın olan Viola’dır. Hayatında ilk kez bir kadınla karşılaşan ve gürültü olarak tabir ettiğimiz şeyden etkilenmeyen Viola, Todd için bir dönüm noktası haline gelir. Belediye başkanı David Prentiss’e durumdan bahseder. Fakat bu bahsettiği durum umduğu gibi karşılanmayarak başına dert açmış olur.



Bu dönemdeki dünyada zihindekilerin duyulması bir yana, kadınların var olmadığı, sadece erkeklerin olduğu bir dünya. Kadınların nasıl bir görünüme ve yapıya sahip olduklarının bilinmediği dünyada, hayatında ilk defa kendi cinsinden olmayan biriyle karşılaşan Todd Hewitt düşünelim. Bu durumda vereceğimiz tepki kim bilir nasıl olurdu.

   Düşüncelerin duyulması ve kadınların olmaması durumunu birleştirdiğimizde farklı bir dünya ile karşılaştığımız şüphesiz. Bu dünyadaki yaşamda, özellikle kadınların olmaması durumu yaşamı en çok zorlayan durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadının duygusal zekası, el becerisi ve özellikle erkeklerin gözden kaçırdığı detayları yakalayarak ortaya çıkarılan işleri kusursuz olmasa da kusursuza yakın bir hale getirmeleri, kadınların yokluğunu yoğun bir şekilde hissettirecektir. Her ne kadar geçen yıllar ile birlikte teknolojinin de ilerlediğini görsek de, hiçbir şeyin bir insanın yokluğunu, özellikle kadının yokluğunu dolduramayacağını öngörmek zor değil.

   Peki, 2257 yılında böyle bir hayatın içinde yaşadığımızı düşünürsek, nasıl bir yaşam ile karşı karşıya olurduk?



Distopik Film İncelemesi #4 : Avatar

Kaynakları tükenmekte olan ve artık uygun yaşam koşullarının bulunmadığı dünyadan kaynaklarını araştırmak ve incelemek üzere bir gezegene gidiyoruz. Bu gezegende kendine özgü dil ve kültüre sahip olan barış ve doğa ile örtülü bir ırk yaşıyor. Bu gezegeni incelemek üzere bir programın oluşturulduğunu ve genetik mühendislerinin çalışmaları sonucunda o gezegende yaşayan varlıkların yaşam formuna sahip bir beden elde ediliyor. Vücudunun belli bir bölümü çalışmayan biri bile bu oluşturulan bedene zihinsel bir manipülasyon ile girerek artık o bedende yaşıyor. İstenildiği zaman o bedenden çıkarılabiliyor.


Başrollerinde Sam Worthington (Jack Sully), Zoe Saldana (Neytiri), Sigourney Weaver (Dr. Grace Augustine), Michelle Rodriguez (Trudy Chacon) gibi yıldızların yer aldığı, yönetmen koltuğunda James Cameron’un oturduğu 2009 yılında vizyona giren bilim kurgu filminde  2154 yılında Pandora adlı gezegende bulunan bir taş parçasını çıkarmak amacıyla yapılan çalışmaların akibinde bu gezegende yaşayan Na’vi adlı mavi tenli ve dev gibi boya sahip olan ırk ile yaşanan olayları anlatıyor.

   Askeri bir şirket, Pandora adlı gezegende bulunan kaynakları araştırmak için “Avatar” adlı bir program üretir. Genetik mühendislerinin çalışması sonucunda yarı insan yarı Na’vi ırkına sahip olan avatarlar üretilir. Eski bir deniz piyadesi ve gazi olan, ayakları tutmayan Jack Sully, bu avatarlardan birine sahip olan ikiz kardeşinin ölümü üzerine bu Avatar’ı kullanmak üzere Pandora’ya götürülür. Bu avatarlar sayesinde Pandora’da istedikleri gibi dolaşabilmektedirler. Pandora’da oksijen olmadığı için oraya giren insanlar yüzlerinde bir oksijen maskesiyle girmek durumundadırlar.

   Yeni yaşam formunda fiziksel özellikler insan ırkından çok farklı. Daha uzun boylu, kuyruğa sahip. Doğayla daha iç içe bir yaşam. Hayvanlarla kuyruklar vasıtasıyla bir bağ kuruluyor ve o bağ o hayvan ölene kadar sürüyor. İhtiyaçlar tamamen doğadan karşılanıyor. İlkel bir yaşam biçimi varmış gibi gözükse de aslında insanın ihtiyacı olan yaşamın ta kendisi.

   Jake Sully, avatarı sayesinde yürümenin tadını çıkarmaya başlar ve heyecanı ve yürümenin vermiş olduğu mutlulukla birlikte gönderilmiş olduğu Pandora’da başına bir takım olaylar gelir ve Na’vi halkının eline düşer. Na’vi halkına mensup olan Neytiri ile tanışması ve onun sayesinde Na’vi halkının kültürünü öğrenmesi onun değişmesine sebep olur. Burada önyargıların kırılması için tanışmanın ne kadar önemli olduğuna şahit oluyoruz.




Jake Sully’nin aralarına girmesini fırsata dönüştürerek Na’vi halkını yaşadıkları yeri terketmeleri için Jake Sully’i kullanmak isterler fakat o artık verilen görevi umursamamaktadır. Na’vi halkını tanımasıyla artık bambaşka biri haline gelmiştir.

   Son savaş sahnesinde Jack Sully, avatarı kullanmak için girdiği kapsülün hasar almasıyla nefes alamamaya başlar. Bunu gören Neytiri Jake’e yardım etmek amacıyla yanına gelerek onun yüzüne oksijen maskesi takar. Neytiri, Jake’i ilk defa insan olarak, yani orijinal haliyle görmesine rağmen “My Jake” diyerek aralarında olan aşkın gerçek olduğunu, fiziksel değil gerçekten duygusal bir bağ olduğunu derinden bir şekilde hissettirir.

   Filmden almamız gereken en önemli mesaj. Yıllar değişse de değişmeyen en önemli şeyin insanlarda olan aç gözlülüğü bize hatırlatıyor. Ama bununla birlikte iyi insanların da hala var olduğunu da anlatıyor bizlere. Burada sormamız gereken bir soru var. İnsanlığı bu durumu düşüren, bu kadar vahşi hale getiren yine insanın kendisi değil mi?


Distopik Film İncelemesi #3 : Mad Max

Nükleer savaş sonrasında her anlamda yoksullaşmış bir toplumun içerisindeyiz. Savaşın etkisi sonucunda çölleşmiş bir yeryüzü mevcut. Dünyada kuraklığın hakim olduğu, su ve yakıt gibi kaynakların tedarik edilmesi konusunda problemler yaşanıyor. Yaşamın sürdüğü bir şehirde hakim bir yönetici var. Halk hiçbir şekilde umurunda değil. Hayati kaynakları, elinde tutuyor. Çok sayıda tankeri, silahı ve askeri var. Bu kaynaklara sahip olmanın verdiği güven ve güçle insanları kölesi gibi görüyor ve kullanıyor. Bu askerler arasında bir inanış var. Yöneticilerini bir ilah gibi görüyor, onun için ölmeleri halinde cennete gideceklerine inanıyorlar. Onları cennete götürecek şey, bir madde ve bu maddeyi içmeleri durumunda cennete ışınlanacaklarına inanıyorlar.
 



Başrollerinde Tom Hardy (Max Rockatansky), Charlize Theron (Furiosa), Nicholas Hoult (Nux) gibi isimlerin, yönetmen koltuğunda  George Miller’ın yer aldığı 2015 yılında vizyona giren bilim kurgu/distopya filminde nükleer savaş sonrası yoksullaşan bir toplum etrafında gelişen olaylara tanıklık ediyoruz.

   Eski bir polis olan Max, İmparator Ölümsüz Joe’nun adamları tarafından esir alınan ve taze kana ihtiyaç duyan Nux tarafından “kan torbası” olarak nitelendirilen Max’in arabaya zincirlenmiş bir şekilde götürüldüğü sırada Furiosa ile yolları kesişir.

   Furiosa, Ölümsüz Joe’nun eşlerini onun zulmünden nice kadınların bulunduğu Yeşil Bölge” olarak adlandırılan güvenli bölgeye kaçırmayı amaç edinmiştir. Çünkü Ölümsüz Joe, kadınları sadece birer varis ve nesil edinme amacıyla kullanılan bir obje olarak görmektedir. Buradan da anlıyoruz ki ataerkil bir sistemin hakim olduğu ve kadınların değersiz görüldüğü bir döneme şahitlik ediyoruz.

   Kavga ederek tanışan Max ve Furiosa’nın kaderleri beklenmedik bir şekilde birleşerek zulüm sistemine karşı  ortak bir mücadeleye dönüşerek aynı amaç uğruna mücadele eder konuma gelir. Bu da demek oluyor ki insanalar kendi aralarında çeşitli ayrılıklara düşseler de bir zulüm ya da birlik olunması gereken durumlarda bir araya gelerek mücadele edilmesi gerektiğine dair güzel bir örnek teşkil ediyor.



   Nükleer savaşın etkisiyle yoksullaşan halklara ve kısıtlı halde bulunan temel ihtiyaçlara şahitlik etmekteyiz. Ölümsüz Joe kısıtlı su rezervleri ve besin maddelerinin sömürerek inşaları kendine itaat eder duruma getirmiştir. Fakat bu itaat gönüllü değil, zoraki bir itaattir. Zoraki yapılanlar ise er ya da geç sona ermeye mahkumdur.

   Filmin sonunda Max, Furiosa ve onlarla birlikte mücadele edenler, Yeşil Bölge’ye ulaşırlar fakat ulaştıkları yer artık yok olmuştur. Büyük bir hayal kırıklığına uğrarlar. Ölümsüz Joe’nun ölümüyle doğan yönetim boşluğu üzerine geri dönerler. Döndükleri yerde kurtarıcı olarak karşılanırlar. Max, Furiosa’ya veda ederek oradan ayrılır. Furiosa artık zafer sahibi bir isyancı olarak görülmektedir. Burada da net bir şekilde görmekteyiz ki halklar, gücü elinde bulunduranlara değil, kendileri için mücadele edenlere sahip çıkmayı bir borç olarak görürler.

   Tüketim ve küreselleşmenin hakim olduğu, kaynakların kısıtlı olarak bulunduğu, kadınların değer verilmeyerek bir obje olarak görüldüğü, kötü ve aç gözlü bir toplum yapısına hakim olduğu, üstelik bunların hepsine yine insanın kendi kendine yaptığına şahitlik ediyoruz. Niteliksiz insanlar tüketim algısı ile yaşamakta ve tükettikleri nesnenin kölesi haline gelmektedirler. Tüketim ve insan değerinin olmadığı bir dünyada yaşamak nasıl iyi hissettirebilir ki insana?


Distopik Film İncelemesi #2 : Free Guy

 

Açık dünya oyununda yer aldığınızı ve burada gerçek bir karakter olduğunuzu düşünün. Bu oyunda meydana gelen olayların gerçek hayata bile doğrudan etki ederek hayatımızı etkilediğini.



Başrollerinde Ryan Reynolds (Guy), Jodie Comer (Molotov Girl), Joe Keery (Keys) ve Taika Waititi (Antoine) gibi isimlerin yer aldığı, yönetmen koltuğunda Shawn Levy’nin yer aldığı bilim kurgu/distopya filminde bir açık dünya oyununda geçen olayların gerçek hayata doğrudan etki etmesiyle gelişen olaylara tanık oluyoruz.

   Filmde olaylar iki farklı dünya arasında gelişmektedir. Biri gerçek hayatta iki arkadaş olan Millie ve Keys’in kendi çabalarıyla yapmış oldukları kodu bir oyun yapım şirketine istemeden de olsa satmak durumunda kalarak ve Keys’in, başında kötü karakter Antoine’in bulunduğu bu oyun şirketinde işe başlamasıyla gelişen olayları; bir diğeriyse yapılan Free City isimli oyun içinde gelişen olayları görüyoruz.

   Oyun için yapılmış olan kodları kendi yapmış gibi gösteren Antoine, Millie tarafından tepki görür ve Millie hem oyun içinde hem de gerçek hayatta bu kodlara ulaşmanın yollarını arar. Keys ise Antoine için çalışıyor fakat arkadaşı ama aynı zamanda aşık olduğu Millie’ye yardımcı olmak istiyor.

   Free City oyunu dünyada bir trend halinde ve çok sayıda oyuncuyu bünyesine katarak oyun piyasasında altın dönemini yaşamaktadır. Oyunda hem NPC hem de çevrimiçi karakterler yer alıyor. Oyun GTA benzeri bir açık dünya oyunu. Oyuncular çeşitli görevler yaparak hem oyun içi para kazanıyor hem de seviye atlıyorlar. NPC oyun içindeki rutin karakterler. Her günleri aynı geçiyor, sabah kalkıp işe gidip akşam eve dönüyor ve aynı şeyi rutin halinde devam ettiriyorlar. Bu karakterlerden biri de Guy karakteri.

   Guy karakterinin asıl niyeti hayatının aşkını bulmak. Her NPC karakteri aynı koda sahip fakat Guy’ın kodlarında farklı bir şey var. Hayatının aşkını bulma niyetinin de sebebini de bu kod oluşturuyor. Bu kodu yazan kişi ise Millie’ye aşık olan Keys. Oyun içinde aradığı aşkı buluyor. Bulduğu kişi oyunun kodunu yazan ve aynı zamanda oyuncusu olan Millie. Bu rastlantı oyunun gidişatına hem oyunda hem de gerçek hayatta yön verir.

   Bahsettiğimiz kodların Antoine tarafından oyunda saklanmasıyla bilinçli bir karakter haline gelen Guy, yalnızca gerçek oyuncuların kullanabildiği gözlüğü kullanarak ne olduğuna anlam veremese de oyunda sağlık göstergesi, para, can, silah gibi unsurları görür ve ne anlama geldiğini çözmeye çalışır. 



Millie yüksek rütbeli bir oyuncu olmasının etkisiyle, tanışmış olduğu Guy’a yüz seviye olmadan yanına gelmemesini söyler. Guy kodun vermiş olduğu özellikler sayesinde kısa süre içinde yüz seviyeyi aşar ve bu kadar seviyeyi oyunun mantığının tersine, iyilik yaparak kazanır. Bu durum birçok oyuncunun Guy’ı sevmesine ve “Mavi Gömlekli Adam” olarak tanınmasına sebep olur. Artık Millie ile buluşması için ulaşması gereken rütbeye ulaşan Guy, ona yardımcı olur ve oyun içinde birlikte vakit geçirmeye başlarlar. Bu süreçte Millie, Guy’a aşık olur. Garip olan şey şu ki, gerçek bir insanın, bir oyun karakterine aşık olmasıdır.

   Antoine bu durumu fark ederek sunucuları kapattırarak NPC karakterlerinin sıfırlanmasını söyler. Bu işlem sonucunda sıfırlama yapılsa da Guy karakteri olduğu gibi durur. Keys bunun sebebinin kendi yazmış olduğu kodun sayesinde yapay zekanın gelişmesinden kaynaklı olduğunu görür. Bu durumu Millie’ye anlatarak onunla ortak harket eder ve kodlara ulaşmaya çalışırlar. NPC karakterleri kendi saflarına çekerler. Bu durum oyuncular tarafından tepkiyle karşılanarak düzeltilmesinin talep ederler.

   Antoine çok ökelenir ve oyun sunucularını parçalamaya başlar. Keys’in yardımıyla ulaşabileceği yere kadar ulaşır. Kaldığı yerden itibaren artık yalnız başına devam etmesi gerekir. Gittiği yerde yüz olarak Guy ile aynı olan fakat yapımı tamamlanmış “DUDE” adlı düşmanıyla kavgaya tutuşur. Bu kavga esnasında Marvel’dan Star Wars’a  bilim kurgu filmlerine çeşitli atıflar görürüz. Kaptan Amerika-Iron Man kavgasında Guy’ın Kaptan Amerika kalkanı kullanması, Star Wars’ın meşhur ışın kılıcıyla kavga etmesine kadar farklı nesneler kullanıldığını görürüz. Hatta kalkan kullanıldığı sahnede Chris Evans’ın tepkisini de görürüz. Bu kavga sonunda Antoine’nin bir yalancı olduğunu bütün dünya görür.

   Filmde öğrendiğimiz en önemli şey, herhangi bir oyun bile olsa hayatımıza doğrudan ya da dolaylı bir şekilde muhakkak etki ettiğini görüyoruz. Free Guy’da bu etkinin hayata doğrudan yansımalarına şahitlik ediyoruz.



Distopik Film İncelemesi #1: In Time

 

Var olduğumuz sistem içerisinde hepimizi bağlayan, artık esiri olduğumuz ve ayağımızda bir pranga gibi bağlı duran, bir kavramdan daha öte bir şey: Kapitalizm. Hepimizin çalıştığı, sanki kendimiz için kazandığımızı zannettiğimiz paranın, satın aldığımız ve yaşamımızı idame ettirebileceğimiz temel kaynağın bir de zaman olduğu bir hayat. Mesai ücreti olarak zaman kazandığımızı; giyim, yeme – içme, ev, araba ve aklımıza gelen para ile alınan şeylerin zaman karşılığında alındığı bir yaşam. Dünya piyasalarının para birimi zaman. Kazandığın zaman kadar zengin ve hayattasın. Yaşamın zamanın miktarına bağlı.  Polisler yerine zaman tutucuların olduğu ve işlenen suçlarda, suçlulardan ceza olarak zaman aldıkları bir dünyada hayatta kalmaya çalışıyoruz.




“In Time” filminden bahsediyorum. Başrollerinde Justin Timberlake (Will Salas), Amanda Seyfried (Sylvia Weis) ve Cillian Murphy (Raymon Leon)’nin, yönetmen koltuğunda Andrew Niccol’un yer aldığı 2011 yılında vizyona giren bu bilim kurgu/distopya filminde zamanın yaşama olan etkisini adeta para ile kıyaslar bir şekilde, hatta daha dehşet verici bir biçimde işlediklerini görüyoruz. Benjamin Franklin’in söylediği “Vakit nakittir.” sözünün bu filmde hayat bulduğunu görüyoruz. Bu distopyada tek para birimi zaman olarak karşımıza çıkıyor. Zaman birimiyle ödeme yapıldığını görüyoruz. Mesele bir fincan kahve üç dakika.

   Distopyalar arasında adeta bir paralel evren sunuyor bizlere “In Time”. Paranın olmadığı, yaşamın harcanan emek ve yaptığımız işin sonucunda kazandığımız şey ise zaman. Bu filmde dikkat çeken bir durum var. Günümüz yaşamında insan, paraya sahip olmasa da yaşamını devam ettirebilirken, bu film bizlere ‘zamanın olduğu kadar yaşarsın’ mesajı vererek aslında dehşet verici bir durumla bizleri karşı karşıya bırakıyor. Günümüz komplo teorisyenlerinin bahsettiği gibi dünya nüfusunu düşürme hikayesi, bu filmde de işleniyor. Hatta filmde geçen bir sahnede devletin bu uygulama ile nüfusu düşürmeye çalıştığından bahsediyor başrolümüz Will Salas.



Filmde insanlar, belirli genetik özellikler ile doğuyorlar. Doğduğu andan itibaren herkes 25 yaşına kadar yaşama garantisine sahip şekilde hayata başlıyor. 25 yaşına gelindiğinde fiziksel yaşlanma sona ererek hep aynı kalıyor. Fakat bu sona erişle birlikte herkesin kolunun iç kısmında kimini uyku esnasında yatağından fırlatan, kimini yürüdüğü esnada soluğunu kesen anlık göğüs ağrısıyla 13 haneli bir dijital sayaç beliriyor ve 25 yaşına girdikleri andan itibaren 2 yıl yaşam hakkına sahip oluyorlar. Artık bu sayaçla birlikte insanlar yaşamak için zaman edinmek zorundalar. Eğer zaman edinemezlerse sayaç sıfıra düştüğü anda yaşam sona eriyor.  Hayatlarını devam ettirebilmeleri için ihtiyaçları var ve bunları zaman karşılığında satın alıyorlar. Aynı şekilde çalıştıkları, emek verdikleri işin karşılığında zaman kazanıyorlar. Bankalar mevcut, hatta kredi de veriyor ama krediyi zaman olarak veriyor. Geri ödemek isteyince de fazlasıyla geri alıyor. İnsanlar birbirinden zaman alıp verebiliyor. Ölümler artık normalleşmiş. Sokakta yürürken cesetlerle karşılaşmak artık yadırganmıyor. Zengin insanların ağır ağır, sefasını sürerek yaşadığı hayatı; fakir, alt tabaka insanlar nasıl hayatta kalabilirim, nasıl biraz daha uzun yaşayabilirim diye düşünerek geçiriyor. Fakat bu denli zenginlik bazı insanlarda artık bir problem haline dönüşmüş, hayattan bıkmış bir hale getirmiştir. Buradan çıkarabileceğimiz en önemli sonuç, varlık içinde olmanın da insanı tam olarak tatmin etmediğidir.

   Bu distopyada çeşitli zaman dilimleri bulunmaktadır. Bu zaman dilimlerinde, buldukları dilime gören zengin insanlar yaşamaktadır. Ve bu zaman dilimine hakim bir konumdadırlar. Bu distopyada şunu anlıyoruz ki: zaman ile sınıf farklılığı eşdeğerdir. Mesela başrol karakteri Will Salas’ın olduğu zaman dilimi 12. Zaman dilimi olarak geçerken, 1. Zaman dilimi en zengin insanların yaşadığı zaman dilimi olarak geçmektedir. Ve bu zaman dilimine varabilmek için şehir sınırlarında gişeler bulunmakta, belli bir zaman ücreti (hafta/ay/yıl) ödeyerek buralardan geçiş hakkına sahip olunmaktadır. 

   Zaman kavramı iki farklı şekilde karşımıza çıkıyor: birincisi, insanların kolunda bulunan 13 haneli dijital gösterge. İkincisi ise zaman deposu olarak tarif edebileceğimiz kredi kartına benzer nitelikteki zaman diskleridir. Buradaki zaman kavramının insan üzerinde bıraktığı en önemli etki, sürekli zaman odaklı bir hayat olduğu için yaşamak artık adeta bir zulüm haline dönmektedir.

   Filmde gördüğümüz önemli unsurlardan biri de “Zaman Tutucular (Time Keeper)”dır. Filmde bulundukları konum itibariyle polise benzeseler de esas görevleri: eşitsizlik ve adaletsizliğin hakim olduğu bu sistemin devamlılığını sağlamaktır. Şüpheli olarak görülen ve büyük miktarda gerçekleştirilen zaman transferlerine müdahale ederek dengeyi korumaktır.

   Filmde sorguladığımız ilk önemli kavram ölümsüzlüktür. Alt tabaka insanların zaman bulma telaşıyla sürdürmeye çalıştığı ömür, varlık halinde olanların ise artık hayattan zevk almamaya başladığı bir ömrün işlenmesiyle varlık halinde olma durumunun başka bir sorun olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. Buna verebileceğimiz en yakın örnek de Henry Ford’un oğlunun yazmış olduğu intihar mektubudur. Kendi çabası olmadan genç yaşta her şeye sahip olduğu için yaşamına son verdiğine dair yazdığı bu mektubun varlık durumunun da bir sorunsala yol açtığını göstermektedir.

   İkinci olarak sorguladığımız unsur ise sınıf ayrımının sebebiyet verdiği adaletsizliktir. Zengin azınlığın lüks içinde istediği kadar yaşayabilmesi, alt tabakadakilerin ise bu gergin ve her gün daha da zorlaşan hayat şartları ve kazandıkları zamanın değerinin daha da düşmesi bize bu adaletsizliği sorgulatmaktadır.

Sonuca baktığımızda zaman ile paranın yer değiştirdiği bu distopya, hayata daha farklı bir açıdan bakmamıza yol açmaktadır.   25 yaşından itibaren yaşlanmamız duruyor ve ömrümüzün sonuna kadar o yüz ile, o beden ile yaşıyoruz. Ama zaman karşılığında, zamanı uzun tutmanın telaşıyla geçen bir ömürden bahsediyoruz. Kapitalizm anahtarının zaman olduğu bir ömür, yaşamak mı, yoksa ruhen ve zihnen ölü olan birini bedenen yaşatmaya çalışmak mı oluyor?


22 Aralık 2022 Perşembe

2045 Kaosu

 2045 yılıydı ve dünya tanınmayacak kadar değişmişti. Dünyanın bir zamanlar büyük şehirleri, şimdi suç ve yoksulluğun istila ettiği, çökmekte olan metropollerdi. Hava kirlilikten yoğundu ve sokaklar siren ve silah sesleriyle doluydu.



Hükümet çoktan çökmüştü ve onun yerine demir yumrukla yöneten bir dizi güçlü şirket yükselmişti. Bu şirketler tüm güce ve kaynaklara sahipken, genel nüfus kendi başının çaresine bakmaya bırakıldı.

İnsanlar sürekli korku içinde yaşadılar, her zaman bir sonraki tehdide karşı omuzlarının üzerinden baktılar. Şehrin dehşetinden kaçmayı başaran birkaç kişi, varoşlardaki gecekondu mahallelerinde yaşıyor, bulabildikleri pek az şeyle zar zor geçiniyorlardı.

Bu insanlardan biri Maria adında genç bir kadındı. Şehirde büyümüştü ve bir zamanların büyük metropolünün başına gelen yıkımı ilk elden görmüştü. Ama umudunu kesmeyi reddetti.

Maria her gün şehre gizlice girip yiyecek ve erzak aramak için hayatını riske atıyordu. Bu tehlikeli bir görevdi ama hayatta kalmak için gerekli olduğunu hissettiği bir görevdi.

Bir gün terk edilmiş bir binada arama yaparken yakındaki bir odadan gelen hafif bir ses duydu. İhtiyatlı bir şekilde kapıya yaklaştı ve bir fare ya da başka bir küçük hayvandan başka bir şey görmeyi beklemeden içeri baktı.

Ama gördüğü şey onu özüne kadar şok etti. Yerde zar zor canlı bir adam yatıyordu. Morluklar ve kesiklerle kaplıydı ve kıyafetleri yırtılmış ve yırtılmıştı.


Maria hiç tereddüt etmeden adamın yanına koştu ve yaralarını sardı. Onu orada ölüme terk edemeyeceğini biliyordu ve bu yüzden onu gecekondu mahallesine geri götürmeye karar verdi.

Sonraki birkaç hafta boyunca, Maria adamla ilgilendi ve onu sağlığına kavuşturdu. Ve iyileşirken, ona hikayesini anlattı. Adı John'du ve artık dünyayı yöneten şirketlere karşı savaşmayı başaran birkaç kişiden biriydi.

Maria ve John birlikte, şirketleri çökertmek ve dünyaya umudu geri getirmek için ne gerekiyorsa yapmaya yemin ettiler. Bunun kolay olmayacağını biliyorlardı ama bedeli ne olursa olsun bir fark yaratmaya kararlıydılar.

Ve böylece kurtarılamayacak gibi görünen bir dünyada daha iyi bir yarın için savaşarak uzun ve tehlikeli yolculuklarına başladılar.

Distopik Film İncelemesi #5 : Chaos Walking

Dünya yerinde duruyor belki ama insanlar bildiğimiz yapılarından çok farklı. Bu farklılık fiziksel değil, zihinsel. Zihnimizden geçen düşünc...